GEZEGEN MÜHENDİSLİĞİ, GEZEGENİ HACKLEME OPERASYONLARI VE İKLİM
SİLAHLARI
HAZAR TANDOĞAN / 15 HAZİRAN 2022
PDF DOSYASINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ
Biyomühendislik ve Jeomühendislik İş Birliğiyle Chemtrails:
Chemtrails kelimesinin Açılımı Chemical Trails Türkçesiyle kimyasal izler olarak kullanılan bu terim Amerikan Hava Kuvvetleri askerlerinin katıldığı kimya derslerinde ortaya çıkmıştır. Askerler bu derslerde uçakları görünmez yapma tekniklerini öğreniyorlardı. Bu teknikler, plastik yüzeylerin alüminyumla kaplanarak uçakların radara yakalanmaması ilkesi üzerinden geliştirildi. Hava kuvvetleri askerleri bu yönde eğitildiler.
Chemtrail işlemi Geo-Mühendislik
kategorisinde başlayan bir uygulamadır. Geo-Mühendislikte atmosferik
aerosollerle iklim değişikliğiyle uğraşmak ve mücadele etmek en önemli
konulardan biridir fakat bu konuda özellikle medyada aşırı derecede sessizlik
hakimdir. Keza doğal olarak bir iklim değişikliği söz konusu mu yoksa yapılan
müdahaleler sonucu mu iklimler dengesizleşiyor? İşte bu sorunun cevabını
verebiliyorsanız dünyaya hâkim sistemin hangi düşüncelerle hareket ettiğini
anlarsınız.
ABD’ye ait US5003186A Numaralı patent açık bir biçimde püskürtmelerin varlığını
ve uygulama şeklini anlatıyorken bu mevzuya komplo teorisi demek insanları
kandırmaya yardımcı olmaktan öte değildir. Keza iklim mühendisliği gizlenen bir
uzmanlık alanı değildir ve bu alanda binlerce kişi aktif olarak çalışmaktadır.
Onların çoğu bütün bu uygulamaların dünyayı kurtarma amacıyla yapıldığını
düşünüyor. Fakat çok üzülerek söylemeliyim ki bütün bilim dallarına olduğu gibi
bu insanların da aralarında birkaç istisna hariç çoğu dayatılmış ve
sınırlandırlmış bilgilere göre hareket ettiklerinden araştırma ve sorgulama
gereği duymuyorlar. Tıpkı robotlara yüklenen bili ve yazılıma göre hareket
ettikleri gibi. Objektif ve sorgulayan Geo Mühendisler ise komplo teorisyeni
olarak damgalanıp itibarsızlaştırılmak istenen bizlerle aynı fikirdedir.
Peki bahsetmiş olduğum patenin içeriğinde neler var, gelin hep birlikte göz
atalım.
Patent Yayın Tarihi: 26.03.1991
Patent Konusu : Küresel Isınmanın azaltılması için Stratosferik
Welsbach Tohumlama Patenti (1991) /10 - 100 mikron ölçülerde alüminyum
oksit, toryum oksit vb toksik metal oksitlerin yeryüzünden 7- 13
km yükseklikten püskürtülmesinin patentidir.
Patentte söz konusu metal oksit parçacıkların uçak yakıtı aracılığıyla
püskürtülmesi uygulama örneği olarak geçmektedir.
Evet küresel ısınma ve sera gazlarıyla mücadele etmek için stratosfere ağır metaller gibi son derece tehlikeli ve kanserojen maddeler sıkmanın mantığı nedir? Diye sormalıyız. Dünyadaki yaşamı ve canlılığı korumaya mı çalışıyorlar yoksa tamamen bitirmeye mi?
Mikro ölçülerde veya nano ölçekteki
alüminyum oksit, toryum oksit, baryum, stronsiyum ve birçok ağır metal partikülleri
güya güneşten gelen radyoaktif ışınlarını geri yansıtarak uzaya geri
gönderiyor. O halde neden ozon tabakası (Troposfer ve Staratosfer
tabakalarındaki O3 içeren bölge) günden güne daha da inceliyor ve yer yüzüne
ulaşan UV ışınları daha da güçlü ve yakıcı hale geliyor. Ozon tabakasını tamir
mi etmeye çalışıyorlar yoksa tamamen yok etmeye ve kaldırmaya mı?
19 Mayıs 2015'te Avrupa Parlamentosu Üyesi Ramon Tremosa i Balcells
(ALDE), Devlet Meteoroloji Ajansı'ndan dört işçinin İspanya'da uçaklardan
atmosfere kurşun dioksit, gümüş iyodür ve diatomit püskürtüldüğünü itiraf
ettiğini duyurdu. Bu turizm sezonu için güneşli ve yağmursuz hava
oluşturma amacıyla yapıldığı söylendi. Fakat ne hikmetse bu haber de diğer
Chemtrails içerikli haber ve bilimsel veriler gibi birçok siteden kaldırıldı. Haberin
bir kısmı bu siteden ulaşabilirsiniz. (Https://stateofthenation.co/?p=89909)
Birleşik Krallıkta çevre, gıda ve
kırsal işler devlet bakanına "uçak chemtraillerinin kirletici sonuçları
konusunda ne gibi araştırmalar yapıldığı" sorulduğunda "Bakanlık,
chemtrails’in bilimsel olarak kabul edilmiş bir fenomen olmadığından bu konuda
araştırma yapmamaktadır" şeklinde cevaplandırılmış ve o çalışmanın
"Chemtrail'lerin nasıl meydana geldiğini ve atmosfer üzerindeki etkilerini
anlamak için yapıldığını bildirilmiştir.
Endişeli Kanadalıların "havadan
ilaçlamada kullanılan kimyevî maddeler, Kanadalıların sağlığını olumsuz
etkiliyor" dilekçesine cevaben Hükûmet Konağı Lideri
(İngilizce: Government House Leader) şöyle demiştir: "Kanada hava
sahasında havadan ilaçlama yapıldığı konusunda bilimsel ya da başka şekilde
hiçbir hatırı sayılır delil mevcut değildir. 'Chemtrails' kelimesi
popülerleşmiş bir ifade olup varlığını teyit edecek hiçbir bilimsel delil
yoktur." Parlamento başkanı devamında "Dilekçeyi imzalayanların
normal uçak yoğunlaşma izlerini, yani Contrails gördüklerine inanıyoruz"
demiştir.
Bilim insanları ve federal kurumlar chemtrailas’in
varlığını devamlı reddederek izlerin sadece kalıcı yoğunlaşma izleri olduğunu
ifade ettiler. Fakat bağımsız araştırmacılar ve bilim insanlarının elde
ettikleri veriler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor.
Geoengineering veya Jeomühendislik (Climate engineering) Nedir?
Wikipedia’ya göre “Jeomühendislik ya da iklim
mühendisliği gelişen teknoloji ile birlikte doğal afetlerin
verebileceği zararların önüne geçmek, küresel ısınma ile ortaya çıkabilecek
etkileri azaltmak amacıyla, temel bilimler ve mühendislik disiplinlerinin
birlikte uygulandığı yeni bir mühendislik alanıdır. Çalışma alanı tüm
gezegendir. Uygulanma şekli ise oluşabilecek insan kaynaklı ya da küresel çevre
tehditlerinin olmadan önlenmesi ya da meydana gelen zararların telafi edilmesi
şeklindedir.
Jeomühendislik, deprem,
kasırgalar, göktaşı tehditleri, kuraklık, küresel ısınma gibi küresel
ölçekte dünyayı etkileyecek olayların önüne geçilmesi ve etkilerinin telafi
edilmesi konularında çözümler arar.
Jeomühendisliğin ilk uygulamaları 1970'lerden itibaren kuraklık yaşanan bölgelerde yapay bulutlar oluşturarak yağmur yağdırılmasını sağlayacak denemelerdi. Bu uygulamada mikro toz zerrecikleri taşıyan kapsüller yüksek irtifada patlatılarak yapay bulutlar oluşturulması amaçlanmıştır. Uygulamanın çok sınırlı alanlarda yağmur yağmasına yardımcı olduğu bildirilmiştir ancak yüzde yüz işe yaradığı tam olarak kanıtlanamamıştır.
Küresel Isınmaya Karşı Okyanus Sularının Soğutulması;
Düşünce deneyi olmaktan öteye gitmemiş bir öneridir. Ancak
90'lı yıllarda küresel ısınmaya karşı tartışılmış ama uygulamaya
konmamıştır. Kısaca kutuplardaki büyük buzul kütlelerinin (kilometrekarelik
bloklar) büyük gemilerle açık okyanusa çekilerek getirilmesi ve bu bölgede
eritilmesi sonucu okyanus suyunun soğutulması amaçlanmıştır. Ancak bazı bilim
adamlarının yaptığı simülasyonlar böyle bir müdahalenin buzul çağını bile
tetikleyebileceğini göstermiştir. Bu nedenle de bu jeomühendislik
uygulamasından vazgeçilmiştir.
Yapay
Volkanlar
Jeomühendislikte bir başka düşünce deneyi de yapay volkanlardır. Volkanlardan atmosfere karışan sülfür zerreciklerinin ışığı uzaya geri yansıttığı tezine dayanarak atmosfere sülfür diyoksit salınımı yapılması ile dünyada küresel ısınmanın engelleneceği ön görülmüştür. Ancak bu müdahalenin de ozon tabakasına zarar vereceği öngörüsüyle uygulamaya geçirilmemiştir.”
Wikipedia’daki bu açıklamalara göre
Jeomühedislik insan ve gezegen yararına çalışması gereke bir bilim dalıdır.
Fakat bugün gezegenimizin ve iklimlerin durduğu noktada bu bilimsel
çalışmaların da yine bir takım karanlık düşüncelerce yönlendirildiği ve
etkilendiği görülmektedir.
Püskürtmelerin Tarihçesi:
1940’da Filipinler’de çekilmiş fotoğraflarda gökyüzünden püskürtmeler yapıldığı
net bir şekilde gözüküyor. Kimisi bunların da yine su buharı izi olduğunu
söylese de Nazilerin üzerinde çalıştıkları projeleri araştıranlar bunun böyle
olmadığını anlayacaklardır. Zira 1945’lerden sonra 2.dünya savaşının bitimiyle
beraber bu tarz projeler daha fazla geliştirip niteliği günden güne değişerek
daha yıkıcı hale getirildi.
1940 Filipinler |
Peki bağımsız araştırmacılar ve bilim insanlarına göre bu püskürtmelerin
içeriğinde neler var?
İşte en can alıcı bilgiler bağımsız araştıranlar tarafından
ortaya konuluyor. Bu konuda oldukça çarpıcı veriler mevcuttur. Birçok bilimsel
analiz ve rapora göre bu püskürtmelerin içerinde ağır metallerden tutun,
patojenlere ve biyolojik materyallere kadar birçok madde bulunmaktadır. Başta
alüminyum, baryum ve stronsiyum olmak üzere zehirli bir kimyasal olan arsenik,
magnezyum, nikel, kalsiyum, krom, titanyum ve toryum gibi diğer ağır metaller
ve patojenik malzemeler içerdiği örneklerde bulunmuştur. Toprakta, suda ve
havada test edilmiş ve havada çözünen aerosollerdeki bu maddelerin varlığı,
onlarca laboratuvar çalışması ile doğrulanmıştır.
Chemtrails ve UV Işınları Bağlantısı
Dünyayı UV ışınlarına karşı koruyan Ozon tabakası çökmek üzeredir. Bunu UV
indekslerine bakarak anlamak mümkündür. Son 30 Yılda UV radyasyonlarının
seviyesi artmış durumdadır. Bunun sebebi
atmosfere salınan kimyasal kirlilikler ve aerosol püskürtmelerdir. Ayrıca bunun
yanında çeşitli frekans kirlilikleri de ozon tabakasının çökmesinde büyük bir
rol oynamaktadır. Fakat en büyük etken halen devam eden iklim mühendisliği
operasyonlarıdır. Ağır metaller ve diğer kimyasal maddeler dünyayı adeta bir
mikrodalga ortama dönüştürüyor.
Hala bir şeyleri kurtarma şansımız var mıdır? Elbette. Fakat bunun için tüm
devletler öncelikle püskürtmeleri durdurmalıdırlar.
Doğa dokunduğu her şeyi güzelleştirir
fakat insanların dokunduğu her şeyi mahvetme eğilimi vardır. İşte insan bu
sefer de atmosfere dokundu ve atmosferi de mahvetmek üzeredir. Jeomühendislikle
atmosferi değiştiriyorlar.
Bunun için gösterdikleri gerekçe ise abartılacak bir şey değildi. Doğal
yöntemlere geçiş yaparak bu sorunların üstesinden gelinebilirdi. Fakat birileri
bilinçli olarak zaten bu sorunların ortaya çıkmasını sağladı. Çünkü havayı ve
iklimleri kontrol etmek istiyorlardı. İklimi kontrol eden dünyayı kontrol eder.
Peki hangi mantık gezegeni yok etmeye çalışır? Sizce bunu yapanlar kendileri bu
gezegende yaşamıyor mu? Veya şöyle sorayım. Bunu yapanlar bizim ve diğer
canlıların ihtiyaç duyduğu yaşamsal koşullara ve materyallere ihtiyaç duymuyorlar
mı?
“Hamamböcekleri ve karasineklerin sayısı artarken, daha az kelebek ve arı
kaldı. Böcek sayıları konusunda yapılan bilimsel bir inceleme, dünya
genelindeki böcek türlerinin 40%'ının "çok fazla azaldığını"
gösteriyor. Araştırmalara göre, arılar, karıncalar ve kınkanatlı böcekler
memeliler, kuşlar ve sürüngenlere kıyasla sekiz kat daha hızla ortadan
kayboluyor. Kaybolan türler sadece böcekler değil elbette. Balıklar ve diğer
canlılar. Bitkiler ve ağaç türleri de kayboluyor.
2021’de Uluslararası Botanik Bahçeleri Koruma Örgütü (BGCI) tarafından
yayınlanan rapora göre, dünyadaki ağaç türlerinin neredeyse üçte biri yok olma
riski altındadır.
'Dünya Ağaçlarının Durumu' raporunda,
toplamın yaklaşık yüzde 30'u anlamına gelen 17 bin 500 ağaç türünün ortadan
kaybolma riski taşıdığı; vahşi yaşamdaki 440 türden 50 ya da daha az örnek
bulunduğu yazıldı. Rapora göre, genel olarak tehdit altındaki ağaç türlerinin
sayısı, tehdit altındaki memeliler, kuşlar, amfibiler ve sürüngenlerin toplam
sayısının iki katıdır. BGCI Genel Sekreteri Paul Smith yaptığı açıklamada,
"Bu rapor, ağaçların yardıma ihtiyacı olduğuyla ilgili tüm dünyaya bir
uyandırma çağrısıdır." dedi.
En çok risk altındaki ağaçlar
arasında, Güneydoğu Asya yağmur ormanlarında yaygın olarak bulunan manolya ve
dipterokarps gibi türler yer alıyor. Meşe ağaçları, akçaağaçlar ve abanoz
ağaçlarının da tehditlerle karşı karşıya olduğu belirtildi.”
Kaynak: https://tr.euronews.com/2021/09/01/rapor-dunyadaki-agac-turlerinin-ucte-biri-yok-olma-riski-alt-nda
Böcekler, memeliler,
sürüngenler, kuşlar, ağaçlar, bitkiler ve diğer tüm canlı türlerinin temel yok
olma sebepleri iklim değişikliği, yoğun tarım ve buna bağlı olarak kullanılan
tarım ilaçları olarak açıklanıyor. Kimyasal tarım ilaçları bu etkenlerden
biridir elbette. İklim değişikli de bilinçli olarak oluşturulmuş bir küresel
krize dönüşmek üzeredir. İklim mühendisliği ve aerosol püskürtmeler, frekansal
deneyler ve müdahaleler, ileri jenerasyon kablosuz ağ hizmetleri (5G) ve
iyonosferik oynamalar gibi insan müdahaleleri tüm bu yok oluşların temel
nedenleridirler.
Ağaçlardaki garip bazı
mantarlanma da yine püskürtmeler sonucu ortaya çıkmış bir hastalıktır. Tıpkı
insanlarda ortaya çıkmış Morgellon hastalığı gibi.
Ayrıca püskürtmeler toksin olarak yer yüzeyine çöküyor ve toprağın mikrobiyal
yaşamını öldürüyor. Bu da toprağın çürütme sürecini uzatıyor veya tamamen yok
ediyor. Ölü bir gezegene giden yolda hızla ilerliyoruz. Ancak bunu gören olukça
az insan var. İnsanların büyük bir kısmı neler olup bittiğinin farkında değil
çünkü medya bu konuyu asla gündeme getirmiyor ve gündeme gelmesine de izin
vermiyor. İnsanlar ise gündelik yaşamlarına devam ediyorlar. İşe gidip eve
geliyorlar. Yemek yiyorlar, karınları doyuyor, uyuyorlar ve her şey yolundaymış
gibi sanıyorlar. Ağaçlar ve ormanların kasıtlı yakıldığını bilmezler çünkü neden
bu kadar orman yangını oluyor sorgulamaz.
Yağmurların nasıl akışını kestikleri, ormanların nasıl kuruduğunu ve daha sonra
oluşan ısıdan nasıl ormanların yandığını! Orman yangınlarından ortaya çıkan
karbon diokist maddelerin atmosferde bir tabaka oluşturduğunu ve zaten
ormanları yakmanın 5G meselesiyle beraber bir amacının da bu olduğunu
biliyoruz.
C19 pandemisi sürecinde güneşi nasıl daha da fazla perdelemek istediklerini
gördük. Bunun nedeni UV ışınlarının dünyaya ulaşmasını azaltarak virüslerin
daha fazla yayılmasını sağlamaktı. Zira ultraviyole ışınları belli bir miktarda
dünya için gereklidir. Ancak bu seviyeyi aştıktan sonra biz insanlar için yok
edici hale gelmektedir. Uv ışınlarının çoğalmasını istediklerinde farklı
maddeler, azalmasını istediklerinde farklı maddeler püskürtülüyor.
Ultraviyole radyasyonu DNA’yı parçalıyor. Dolayısıyla belli bir seviyeden sonra
tüm dünya için öldürücü etkiler oluşturuyor.
UV İndeks; gün içerisinde, güneş tam tepede iken yer yüzeyine ulaşması beklenen ve insan sağlığına zararlı olabilecek UV radyasyon miktarının, 0’dan 15’e kadar uzanan bir ölçek üzerinde sınıflandırılmasına 'UV İndeksi' denir. 1 UV I = 0.025 W/ m2’dir.
ABD’nin Niosh sağlık
hizmetleri merkezi radyasyon ortamında çalışanları için en fazla maruz
kalabilecekleri UV ışının 1 saat için 0.1 mikrowatt ölçeğinden fazla olmaması
gerektiğini rapor etti. 8 saat çalışma sonunda 0.8 mikrowatt olarak en yüksek
seviye olarak belirlendi.
Yani bir kişinin gün
içerisinde en fazla maruz kalabileceği UV seviyesi 0.8 mikrowattı geçmemelidir.
Fakat yapılan ölçülere göre halihazırda saatte 1.7 mikrowatt güneşten gelen UV
ışınlarına maruz kalıyoruz. Yani 2 saat maruz kalındığında 2x1.7=3.4 mikrowatt
Uv ışını. Fakat ne kadar uzun süre bu ışınlara maruz kalırsanız o kadar etkisi
ve derinliği artıyor. 10 dakikadan sonra
katlanarak etkisi çoğalıyor. Cildinize bir şeylerin battığı hissi oluştuğunda artık
tehlikeli seviyelere ulaştığı anlamındadır. Bu nedenle tarım alanlarındaki
mahsuller yanabiliyor, ağaçlardaki meyveler vaktinden önce bozulabiliyorlar.
Ayrıca yağışlarla yüzeye inen sulardaki toksik ve polimer düzeyi korkunç
dereceye ulaştı ve birçok bilimsel rapor bu durumu onaylıyor.
Uv ışınları ayrıca
okyanusların oksijen üretim özelliğini de etkiliyor. Planktonlar okyanuslardaki
fotosentezin yüzde 95'ini gerçekleştirerek atmosferdeki oksijenin yarısını
sağlıyorlar. Ayrıca bir araya gelerek bazen tonlarca ağırlığa ulaşabiliyorlar.
Bu da mavi balinalar gibi devasa deniz canlıları için besin kaynağı
oluşturuyor.
Planktonlar, suyun akıntısı
ile hareket edebilen ve yunanca kelime anlamı da dolaşan, sürüklenen
organizmalar topluluğudur. Planktonları fitoplankton ve zooplankton olarak iki
ana grupta inceleyebiliriz. Fitoplankton, yalnızca suların üst kısmında
yaşayabilen türdürler. Bu kısma dikkat edelim. Çünkü güneş ışığından
faydalanarak havada ve suda bulunan karbondioksiti büyümeleri için gerekli olan
şekere dönüştürürken oksijen gazı salgılarlar. Bu nedenle suyun derininde güneş
görmeden yaşayamazlar.
Buradan ne anlıyoruz, fitoplanktonlar hem atmosferimizin oksijeninin yüzde
50'sini sağlıyorlar hem de karbondioksidi emdikleri için bu gazın atmosferde
belirli bir seviyede kalmasını sağlayarak dünyanın zamanla ısınmasını
engelliyorlar.
Zooplanktonlar, fitoplankton dahil çeşitli bitki maddesi türleri ile
beslenirler. Su altında gördüğümüz birçok canlı için besin kaynağı sağlarlar.
Planktonlar her zaman çok küçük olmayabilir. Mesela deniz anası bir
zooplanktondur.
Hava Harbi: Harpte Hava Modifikasyon
Teknolojisi
Doğanın
kırılganlığının farkına vardıkça, onu bir savaş silahı olarak değiştirmek için
daha çeşitli ve karmaşık yollar tasarlandı. Şimdi ufukta nükleer savaştan
daha feci yeni bir silah sınıfı var. Çevreyi değiştirmek için hava ve iklim
değişikliği teknolojileri, iklim ve hava sistemlerini savaş silahlarına
dönüştürmek için kullanılabilecek yöntemlerdir. Güneydoğu Asya'da muson
mevsimini uzatmayı amaçlayan Temel Reis Operasyonu'nu hatırlatalım.
Askeri Hava
Modifikasyon Teknolojisi ve hava kontrol programları birçok yönden
benzerdir. Sıcak ve aşırı soğumuş sisi ortadan kaldırma, bulut örtüsünü
değiştirme, yağışı artırma (yağmur veya kar), yıldırımları manipüle etme ve
kasırgalar ve diğer şiddetli fırtınalarla başa çıkma teknikleri dikkat
çekmiştir. Atmosfere kirletici madde enjekte etmenin, kar fırtınası yapmak
için bulutlara donmuş karbondioksit salmanın ve ozonu tüketmenin etkisi,
hepsiyle deneyler ve hesaplamalar yapılmıştır.
Stratejik olarak,
bir düşmana ordusunun kaynağından saldırmak için kullanılabilir. Bu,
düşmanları ekonomik ve politik olarak zayıflatacaktır. Gizlice düşmanın
ekosistemine zarar verebilir, tarımı yok edebilir ve iletişim ağlarını devre
dışı bırakabilir.
Hava Durumu Modifikasyonunu
test etmek için deneyler
1924'te Harvard
Üniversitesi'nden Prof. Emory Leon Chaffee, hava durumunu değiştirmek için bir
uçaktan yüklü kum dağıttı. 1930'da W. Veraart, havayı değiştirmek için
bulutlara kuru buz atıp, tekniği ve sonuçları sadece Hollanda dilinde olan
kitabında yayınlandı. MIT'den Prof. Henry G. Houghton, sisi dağıtmak için
1938'de sislere higroskopik çözeltiler püskürttü.
13 Kasım 1946'da General
Electric Araştırma Laboratuvarı'nda çalışan bir pilot olan Curtis Talbot ve bir
bilim adamı olan Dr. Vincent J. Schaefer, Schenectady, New York'un yaklaşık 30
mil doğusunda 14.000 fit yüksekliğe uçtu. Hava kontrolü ile deney yapmak
için bulutlara üç kilo kuru buz (donmuş karbondioksit) attılar, sonuçlar
karşısında şok oldular. Güneye doğru döndüklerinde, Dr. Schaefer fark etti ve
şöyle dedi, "Arka tarafa baktım ve az önce içinden geçtiğimiz bulutun
tabanından düşen uzun kar tanelerini görmek beni çok heyecanlandırdı. Parıldayan
kar kristalleri yığışının içinden geçtik! Söylemeye gerek yok, oldukça
heyecanlandık” dedi. Yapay kar ürettiler ya da buna kar fırtınası
diyebilirsiniz.
General
Electric Araştırma Laboratuvarı'nın deneylerini takiben, insanlığın nihayet
savaş için hava durumunu düzenleyebileceği ve değiştirebileceği hissi
vardı. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilim arttıkça, hava kontrolü
nükleer silahlardan bile daha yıkıcı olabilecek potansiyel bir silah olarak
görülüyordu.
Hava Harp Tarihi
Ağustos 1953'te,
ABD'de Başkanın Hava Kontrolü Danışma Komitesi kuruldu. Açıklanan
amacı, hava modifikasyon yöntemlerinin etkinliğini ve hükümetin bunlara ne
ölçüde katılması gerektiğini değerlendirmekti. Kutuptaki buzulları eritmek
ve yıkıcı selleri serbest bırakmak için renkli pigmentler kullanmak, talep
üzerine yağış oluşturmak için stratosfere büyük miktarlarda toz salmak.
Bering Boğazı
boyunca Arkady Borisovich Markin adlı bir Rus mühendis
tarafından bir baraj projesi de tasarlandı (Bering Boğazı, Pasifik ve Arktik
okyanusları arasında, Rusya'nın Uzak Doğu'sunun Chukchi Yarımadasını ABD,
Alaska'nın Seward Yarımadası'ndan ayıran bir boğazdır.) Nükleer güçle
çalışan binlerce pompa ile donatılmıştır. Bu, Pasifik Okyanusu sularını
yönlendirecek, teoride New York ve Londra gibi yerlerde sıcaklıkları
yükseltecek. Markin'in beyan ettiği hedef "kuzey yarımkürenin aşırı
soğuğundan kurtulmak" olsa da, Amerikalı uzmanlar hava kontrolünün sel
oluşturmak için kullanılabileceğinden endişe duyuyorlardı. 1950'lerin
ortalarında hem Amerikalı hem de Sovyet bilim adamları tarafından tasarlanan
tüm yöntemler medyada açıkça tartışıldı.
Dünya çapında
birçok ülke, havayı nasıl manipüle edeceğini ve savaşta nasıl kullanacağını
bilmek için hala birçok tatbikat ve deney yapıyor, örneğin, Ruslar uzun süredir
doluyu kontrol etmenin bir aracı olarak hava modifikasyonuyla
ilgileniyorlar. Çin ayrıca yağmur getirmek için bulut tohumlamayı
kullanıyor.
Hava
Kontrolü, bir nükleer savaş kadar etkili olabilir.
General Electric Araştırma Laboratuvarı için yapılan ilk
deneyler sırasında Dr. Vincent J. Schaefer ile birlikte çalışan Nobel
ödüllü bir fizikçi ve yağmur yapımında öncü olan Dr.
Irving Langmuir'e göre, “Yağmur yağma veya hava kontrolü aynı derecede
etkili olabilir. Savaşta bir atom bombası olarak”. Langmuir, ideal
koşullar altında 30 miligram gümüş iyodürün etkisinin, serbest bırakılan enerji
açısından bir atom bombasınınkine eşit olduğuna dikkat çekti.
Langmuir ayrıca, "hükümetin, Albert Einstein'ın
1939'da son Başkan Roosevelt'i atom parçalayıcı bir silahın potansiyel gücü
konusunda uyardığı zaman atom enerjisini yaptığı gibi, hava kontrolü olgusunu
da ele geçirmesi gerektiğini" söyledi. Langmuir'in hava
kontrolüyle ilgili sözleri, 11 Aralık 1950'de Charleston Daily
Mail'de kısa bir makalede yayınlandı.
Güçlü gök gürültüsü deşarj yaşanabiliyor. Benzer fırtına 25 Aralık
2010'da Moskova bölgesinde ve gökyüzünde sarı-yeşil parıltılar Çin'deki yıkıcı depremden
önce gözlemlendi. |
Polarfiş daha önce gözlenmediği alanlarda, örneğin kutuplar ve Hint Okyanusu'nun üzerinde parlıyor. 29 Mayıs 2010 tarihinde yapılan uydu resmi |
2010 yılında
meydana gelen olayları analiz ederseniz, o zaman tüm bunların kendi içinde
olmadığını gösteren bir mantık bağlantısı olduğunu görürsünüz. İki Etkinlik-
20/21, 2010 Mart tarihlerinde İzlanda'daki volkanın patlaması ve 20 Nisan
2010'da Meksika Körfezi'ndeki petrol felaketi.
Püskürtmelerin Diğer Amaçları
/ insanlar ve Canlılar Üzerindeki Etkileri
Atmosferik aerosoller
tarafından hava enfeksiyonu, solunum sisteminin masif hastalıklarına, astımlı
nöbetleri, çeşitli alerji türlerine ve kronik kuru öksürüğe yol açar. Tüm
mutasyon griplerinin kitlesel salgınları da chemtrails tarafından tetiklenir.
Baryum
zehirlenmesi ağızda yanma, mide ağrısı, bulantı, kusma, baş dönmesi gibi
belirtilere sahiptir. Nabız yavaşlaması,
kalp ritim bozukluğu, kan basıncındaki düşüş gibi ciddi durumlara yol açıyor.
Alzheimer, otizm ve nörolojik hastalıklar da aerosoller sonucu ortaya
çıkabiliyor.
Nanoplastik
lifler insanların ve diğer canlıların akciğerlerine solunum yoluyla girmekte ve
yapışmaktadır. Bu da ciddi solunum sorunlarına yol açmaktadır. Peki bu nanoliflerin tamamı plastik mi yoksa
bir tür bilinmeyen organizma ve mantarımsı yapıları mı var? Morgellon’
hastalığında ciltten sarkan ve uzamaya başlayan liflerin de mantarımsı yapıları
olduğu anlaşılmıştır. O halde bütün bunlardan yola çıkarak gezegenimizde
birtakım deneyler söz konusunu olduğunu mu anlamalıyız yoksa birileri bilinçli
olarak çeşitli insan bünyelerine veya kan gruplarına göre bir tür melezleme/
asimilasyon/ kolonizasyon programı mı yürütüyor? O halde bunu yapanlar insan mı
yoksa farklı zeki formlar mıdır?
Burada kesinlikle bahsedilebilecek bir diğer ilgili makale, Mayıs 2014'te yazılmış “Etki Alanları Arası Bakteri İzolasyonu” (Cross-Domain Bacteria Isolation) (CDB) başlıklı makaledir. Bu makale, önemli mikrobiyolojik keşiflerin tekrarlanan ve sürekli sunumuna rağmen bilimsel, tıbbi ve devlet topluluklarının uzun süreli çekimser kalma, kaçınma ve ihmal etmelerine yanıt olarak geçici “Etki Alanları Arası Bakteriler” (CDB) terminolojisini tanıtmaktadır.
Yazıldıkları sırada ne kadar garip
gelse de bir sonraki benzer makalelerde geliştirilen belirli kültürlerde var
olan değiştirilmiş veya yapay kan olasılığını ortaya koydu.
"Yapay kan" kavramı o
zamanlar çoğumuz için olasılık normunun dışında kalmış gibi görünse de zamanla
bize biyoloji normlarının son on yılda kesinlikle çarpıcı biçimde değiştiğini
göstermiştir. Bu bildiriler yazıldıktan kısa bir süre sonra yapay kan
araştırmaları (askeri ihtiyaçlara özel önem verilerek) kamuya açıklandı.
Biyolojiyi ve yapay biyolojiyi merak eden herkes, dünyanın ne kadar hızlı
değiştiğini anlamak için yalnızca CRISPR gen teknolojisinin ne denli
geliştiğine bakmalıdırlar.
Araştırmaları desteklemek için birkaç temsili görüntü aşağıda sunulmuştur. Bunlar beklenmedik kültür denemesi sonuçlarının bazılarını ve ardından gerçekleşen hemoglobin testini temsil eder. O zamanlar (2009) mikroskop ekipmanı nispeten yeni gelişiyordu ancak tüm çalışmalar ayırt edici, benzersiz ve ihtiyaç duyulan noktaya kadar tekrarlanabilir. İkinci makale, mikroskobik ekipmanı ve teknikleri ile önemli kalite iyileştirmeleri göstermektedir. Okuyucular ayrıca, 10 yıldan uzun bir süre önce incelenen veya kültürlenen kan örneklerinde CDB'nin belirgin varlığına da dikkat etmelidir.
Makalenin tamamına aşağıdaki linkten
ulaşabilirsiniz:
https://carnicominstitute.org/the-transformation-of-a-species/
Peki Carnicom’un Kan üzerindeki bu
araştırmalarından ne anlıyoruz?
Clifford Carnicom institusunun araştırmaları şimdiye kadar tanımlanmamış yeni bir mikrobiyal organizmanın varlığını ispatlıyor. Bu yaşam formu CDB yani “Cross-Domain Bacteria Isolation” (Etki Alanları Arası Bakteriler) olarak tanımlanmış olsa da bu ismin de yetersiz olabileceği kanaatine varılmıştır. Her halükârda bu organizma bir tür bakteri olarak görülmektedir. Bu bakteri kan hücrelerine parazitlenerek hücre yapısını değiştiriyor. Dolayısıyla DNA mutasyonuna neden olabiliyor. Morgellon hastalarından alınan kan örneklerinde daha çok bu bakteriye rastalanırken köpekler dahil birçok canlının da kanında gözlemlenmiştir. Mutasyona neden olan bu organizmanın çevresel kaynakların kirlenmesi sonucu ortaya çıkmış olduğu düşünülse de çevresel kirlilik geniş bir kategoriye yayıldığı için aerosoller dahil bazı insan dışı müdahaleler sonucu da ortaya çıkmış olabileceği fikri aklıma gelmiyor değildir. “Kör Tanrılar Küresel Asimilasyon” kitabımı okuyanlar bilir. Süreç bizim acele ile beklediğimiz kadar hızlı ilerlemez ancak on hatta yüz yıllara yayılmış bir süreçte özellikle insanların mutasyona uğrayarak farklı bir forma dönüştürme projelerinin var olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Ne yazık ki bu durum bilinmesine rağmen küresel çapta ciddi bir örtbas söz konusudur.
Clifford Carnicom’un Haziran 2019’da yayınladığı “Morgellons: The Evidence is Evident” (Morgellons: Kanıt açıktır) makalesinde bir mogellon hastasından aldığı ayak tırnak örneği üzerindeki araştırmaları yer almaktadır.
Ayak tırnağından alınan örnekte açıkça büyümekte ve yayılmakta olan filament ağını gözükmektedir.
Ayak Tırnağındaki “Morgellons” durumunun karakteristiği olan benzersiz ve tanımlanabilir filament ağının büyümesi- Büyütme yaklaşık 15x. |
Görüntüde morgellons’un benzersizliğini
ve bu duruma neden olan eşsiz mikrobiyolojiyi bir kez daha ortaya koymaktadır.
Hipotezi ortaya koymaya devam eden veya yukarıdaki fiziksel sonucun bilinen
geleneksel mikroplardan (örneğin Borrelia, Agrobacterium) kaynaklandığını iddia
eden herhangi bir tutum yanlış yönlendirilmiş ve doğru değildir. Morgellonların
durumunu açıklamak için “kronik lyme hastalığı” gibi Lyme Hastalığının yeni
veya belirsiz “varyantlarını” oluşturmak için bu argümanı genişletme çabaları
eşit derecede yanlıştır. Lyme'nin durumunun bir spiroket olan Borrelia'dan
kaynaklandığı biliniyor. Yukarıdaki duruma neden olan mikrop bir spiroket
değildir ve mikrobiyal büyüme ve yaşam döngüsü Borrelia'dan tamamen farklıdır.
Morgellons durumuna neden olan mikrop iyi araştırılmıştır. Benzersiz ve
tanımlanabilir bir formdur. (Kay: Cross-Domain Bacteria
Isolated, May 2014).
Aerosollerle Sahte Küresel ısınma ve Kuraklık Oluşturmak!
Alt atmosfere herhangi bir metal
partiküllerinin püskürtülmesinin alt atmosferi ısıtma anlamında olduğunu
unutmamak gerekiyor.
Küresel ısınma sorunu olarak adlandırılan sorunu arayan ve bu
sorunla ilgili endişelerini dile getirenler, araştırmalarına alt atmosfere
yapay olarak nüfuz ettirilen metalik aerosollerin termodinamiğine ilişkin bir
araştırmayla başlamadırlar.
Aerosol operasyonlarının küresel ısınma sorunu üzerinde hafifletici bir etkiye sahip olduğuna dair herhangi bir iddia, fizik ve termodinamiğin temel ilkeleriyle doğrudan çelişen tam bir cephe gibi görünmektedir.
Hükümetlerin, medyanın ve çevre koruma kurumlarının kamu
soruşturmasına yanıt olarak samimiyet ve dürüstlük göstermemesi bu konunun
örtbas edilmesini istediklerini gösteriyor. Artık bu gezegenin can damarını
kalıcı olarak bozan yoğun aerosollerin birincil etkilerinden birinin,
soluduğumuz atmosferin ısınması olduğunu anlamanın zamanı geldi.
Gezegeni alt atmosferde sözde ısı yansıtıcı aerosollerden oluşan bir battaniyeyle korumak için hayırsever, ancak zorunlu olarak gizli bir girişimin var olduğunu iddia etmeye devam edenler, bu iddianın birincil kanıtını sağlamak zorunda kalacaklar. Bu iddianın sağlam fiziksel ilkeler ve gözlemlerle gerekçelendirilmesi gerekecektir.
Yakın zamanda yapılan analizler yürütülen kapsamlı ve sistematik aerosol operasyonlarının şu anda yaygın olarak gözlemlenen kuraklık koşullarını yarattığını göstermektedir.
Bu durumu anlamak için öncelikle bir maddenin "özgül ısısı" olarak bilinen fiziksel terimi tanıtmak gerekir. Özgül ısının tanımı şu şekildedir:
Öz ısı, sıcaklıkta bir derecelik bir
artış meydana getirmek için bir maddeye akması gereken ısı miktarıdır.
Özgül ısı, öz ısı ya da ısınma ısısı, C.G.S. birimleri sistemine göre bir maddenin 1 gramının sıcaklığını 1 C°, S.I. birimleri sistemine göreyse 1 kilogramının sıcaklığını 1 K° arttırmak için gerekli olan ısı enerjisi miktarıdır. Öz ısı, maddenin bulunduğu fiziksel hâl, basınç ve sıcaklığa göre az da olsa değişkendir.
Öz ısısı yüksek olan bir maddenin sıcaklığını belirli bir miktarda yükseltmek için, öz ısısı düşük olan bir maddeden daha fazla ısı enerjisine ihtiyaç duyar. Benzer şekilde ve tersine ve özellikle mevcut tartışmayla ilgili olarak, daha düşük özgül ısıya sahip bir maddenin sıcaklığı, daha yüksek bir özgül ısıya sahip bir maddeye göre belirli bir miktarda ısı ile sıcaklığı daha fazla artacaktır.
Element veya Bileşen |
Özgül Isı kJ / (kg * K) |
Hava |
1.003 |
Su |
4.184 |
Buz |
2.1 |
Alüminyum |
0.92 |
Baryum |
0.19 |
Titanyum |
0,52 |
Magnezyum |
1.02 |
Kalsiyum |
0.65 |
İncelenen elementlerle ilgili olarak, magnezyum, su ve buz dışında her birinin havadan daha az özgül ısıya sahip olduğunu görebiliriz. Mevcut analiz, havanınkinden daha az özgül ısıya sahip elementlerin her birinin eklenmesinin, belirli bir ısı miktarı için değiştirilmiş havanın sıcaklığını artırma etkisine sahip olacağı sonucuna varmamıza neden oluyor. Tam tersine, suyun atmosfere girmesinin, özgül ısının büyük değeri nedeniyle ısı azalması üzerinde yararlı bir etkiye sahip olacağını da görüyoruz.
Birbirinden farklı materyallerin sıcaklıklarını 1 derece arttırmak için farklı miktarlarda ısı enerjisi uygulamak gerekir. Örneğin 1 kg demirin sıcaklığını 20 dereceden 30 dereceye kadar çıkarmak için 4.5 kJ miktarında bir ısı enerjisi gereklidir. Öte yandan 1 kg suyun sıcaklığını 10 derece arttırmak isterseniz 41.8 kJ’lük bir ısı enerjisine ihtiyacınız vardır. Bunun nedeni de suyun enerji depolama kapasitesi demire göre oldukça yüksek, demirin ısı iletkenliği de suya göre oldukça yüksektir. Yani bir maddenin sıcaklığını arttırabilmek için önce o maddenin ısı depolama kapasitesinden daha fazla enerji uygulamanız gerekmektedir. Kısacası maddelerin enerji depolama kapasitesini belirten kavrama özgül ısı, öz ısı veya ısınma ısısı denir.
Bu durumda püskürtülen Baryum partikülleri ısınarak atmosferin
katbekat daha fazla ısınmasını sağlayarak kuraklığı tetikleyecek veya
şiddetlendirecektir.
Not: ‘Kör Tanrılar Küresel Asimilasyon’
kitabımdan alıntıdır. Daha fazla bilgi için kitaba ulaşabilirsiniz.
“Yüksek Frekanslı Aktif Aurorasal Araştırma Programı veya HAARP, iyonosferin özelliklerini ve davranışını incelemeyi amaçlayan bilimsel bir çalışmadır. İyonosfer, Dünya yüzeyinin yaklaşık 50 ila 400 mil yukarısında, uzayın sınırına kadar uzanır. Nötr üst atmosferle birlikte, iyonosfer, Dünya’nın yaşadığımız ve nefes aldığımız alt atmosferi ile uzay boşluğu arasındaki sınırı oluşturur.
Araştırma tesisinin işletimi 11 Ağustos 2015'te Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri'nden Alaska Fairbanks Üniversitesi'ne devredildi ve HAARP'ın arazi kullanımı işbirliğine dayalı bir araştırma ve geliştirme anlaşması yoluyla iyonosferik fenomenoloji keşfine devam etmesine izin verildi.
HAARP, iyonosfer araştırması için dünyanın en yetenekli yüksek güçlü, yüksek frekanslı vericisidir. HAARP programı, aşağıdakilerden oluşan birinci sınıf bir iyonosferik araştırma tesisi geliştirmeye kendini adamıştır:
· İyonosfer Araştırma Aleti, Yüksek Frekans aralığında çalışan yüksek güçlü bir verici tesisi. IRI, bilimsel çalışma için iyonosferin sınırlı bir alanını geçici olarak uyarmak için kullanılabilir.
· Uyarılmış bölgede meydana gelen fiziksel süreçleri gözlemlemek için kullanılabilecek karmaşık bir bilimsel veya teşhis araçları takımı.
IRI'nin kontrollü bir şekilde kullanılmasından kaynaklanan süreçlerin gözlemlenmesi, bilim adamlarının güneşin doğal uyarımı altında sürekli olarak meydana gelen süreçleri daha iyi anlamalarını sağlayacaktır.
HAARP Gözlemevi'nde kurulu olan bilimsel araçlar, IRI kullanımını içermeyen ancak kesinlikle pasif olan çeşitli sürekli araştırma çalışmaları için de kullanılabilir. Bunlar arasında uydu işaretleri kullanılarak iyonosferik karakterizasyon, auroradaki ince yapının teleskopik gözlemi ve ozon tabakasındaki uzun vadeli değişikliklerin belgelenmesi yer alır.”
Günümüzde ABD’nin, Rusya’nın, AB’nin ve birçok ülkenin bu teknolojiye sahip olduğu düşünülmektedir. Bu sebeple artık savaşlar birbirlerinin iklimiyle oynama şeklinde gerçekleşecektir. Nikola Tesla’nın teorilerinden ve deneylerinden yola çıkarak birçok patent oluşturuldu. Günümüzde üslerden atmosfere radyo frekans dalgaları yayılmaktadır. Fakat bu frekanslar insan kulağının duyabileceği ses dalgaları değildir. 3-30 Hrz aralığındaki ses frekanslarıyla iyonosfere ELF (Extremely Low Frequency) dalgaları gönderiliyor. Bu işlem HAARP üssünde bulunan antenler vasıtasıyla aynı anda enerji yayılarak aynı noktada birleştiriliyor ve daha sonra iyonosferde bir araya getiriliyor. Alaska Gakona bölgesindeki HAARP sistemi 180 adet 22 metre uzunluğunda antenden oluşuyor. Bu antenler birbirine bağlanarak tek bir güçlü anten haline getirilmiştir. Bu şekilde milyonlarca wattlık ELF dalgalarını atmosferin küçük bir kısmına yönlendirebiliyorlar. Araştırmacılara göre yaklaşık olarak 3.6 milyon Watt’lık enerji, iyonosfere transfer edildikten sonra istenilen bölgeye uzaklık ne olursa olsun yansıtılabiliyor.
Günümüzde ABD’nin, Rusya’nın, AB’nin ve birçok ülkenin bu teknolojiye sahip olduğu düşünülmektedir. Bu sebeple artık savaşlar birbirlerinin iklimiyle oynama şeklinde gerçekleşecektir. Nikola Tesla’nın teorilerinden ve deneylerinden yola çıkarak birçok patent oluşturuldu. Günümüzde üslerden atmosfere radyo frekans dalgaları yayılmaktadır. Fakat bu frekanslar insan kulağının duyabileceği ses dalgaları değildir. 3-30 Hrz aralığındaki ses frekanslarıyla iyonosfere ELF (Extremely Low Frequency) dalgaları gönderiliyor. Bu işlem HAARP üssünde bulunan antenler vasıtasıyla aynı anda enerji yayılarak aynı noktada birleştiriliyor ve daha sonra iyonosferde bir araya getiriliyor. Alaska Gakona bölgesindeki HAARP sistemi 180 adet 22 metre uzunluğunda antenden oluşuyor. Bu antenler birbirine bağlanarak tek bir güçlü anten haline getirilmiştir. Bu şekilde milyonlarca wattlık ELF dalgalarını atmosferin küçük bir kısmına yönlendirebiliyorlar. Araştırmacılara göre yaklaşık olarak 3.6 milyon Watt’lık enerji, iyonosfere transfer edildikten sonra istenilen bölgeye uzaklık ne olursa olsun yansıtılabiliyor.
İklim ve atmosfer savaşlarının en
önemli özelliği inkâr edilebilir olmasıdır. Bunun sebebi yaşanılanın doğal hava
koşullarından mı kaynaklandığı yoksa gizli bir askeri müdahale sonucu olduğunu
tespit etmenin zor olduğunun düşünülmesindendir. Fakat iyi bir gözlemciyseniz
ve uzun zamandır bu durumu inceliyorsanız, aslında anlaşılması o kadar da zor
değildir.
Uzun bir süre bulutlardaki
değişiklikleri gözlemleyen biri olarak bunu çok net bir şekilde anladım ki, bulutların
şekli ve günbatımı sırasındaki anormal derecedeki parlak kızıllık frekansal
aktivitelerle bağlı olarak değişmektedir. Hepimiz gün batımını ve gün doğumunu izlemeyi
severiz. Harika bir görselliği olduğu elbette tartışılamaz. Fakat burada
kastettiğim kızıllık, bir Tv ekranına bakıyormuşsunuz izlenimini vererek
gözleri de rahatsız eden garip bir parlaklıkla beraber olan kızıllıktır. Bunun
sebebi muhtemelen püskürtülen ağır metaller özellikle alüminyum partiküllerinin
havada yansıtıcı görevi yaparak ışığın süzülmesine ve parlamasına neden
olmasıdır.
Depremden 2 gün önce yani 15 Ağustos
1999’da Alaska Gakona Haarp üssündeki veriler yukarıdaki gibidir. |
Depremden 2 gün önce yani 15 Ağustos 1999’da Alaska Gakona Haarp üssündeki verileri. Grafikteki artış net bir şekilde görünmektedir. |
Başka bir depremi ele alalım. 11 Mart 2011 Japonya Depremi.
Artık şunu iyice kavramalıyız ki iklim ve deprem silahları
yeni çağın gizli silahları haline gelmiştir. Ülkeler birbirine karşı
kullandıkları bu silahları ekonomik ve siyasi kargaşa yaratmak için
kullanıyorlar ve kullanmaya da devam edeceklerdir. Bizlerin yapması gereken ise
bu silahlara karşı kalkan görevi yapacak cihazlar veya mekanizmalar geliştirmek
olacaktır.
İklimleri kontrol edebilmek için birçok ülke birbiriyle yarışıyor. Bu ülkeler birbirini yok etme hırsıyla aslında gezegeni yok ediyorlar. Bu durumda biz insanların yapabileceği pek de bir şey yoktur. Devletler ve hükümetler bu tarz girişim ve eylemlere boyun eğdikleri sürece gezegenimiz bütün olarak tehlikede olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder